40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.319,39%0,53
7.014,00%0,24
27.971,00%0,24
3.335,86%0,37
10.219,67%-0,06
27 Temmuz 2025 Pazar
“Şefkat-i İmaniye”nin Neresindeyiz?
İslâm âlemini geri bırakan ALTI HASTALIĞIN teşhis ve tedâvi formülleri
Allah birdir; başka şeylere müracaat edip yorulma - Risale-i Nur
İTTİHAD-I İSLAM ÇERÇEVESİNDE TÜRK KÜRT KARDEŞLİĞİ
"YARATAN BİLMEZ Mİ?" (Mülk suresi 14.Ayet)
İKİNDİ NAMAZININ BANA HATIRLATTIKLARI
BİRİNCİ KELİME
Lâilâhe illallah”ta şöyle bir müjde var ki:
Hadsiz hâcâta mübtelâ, nihayetsiz a’dânın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki bütün a’dâsının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Ma’budunu ve Hâlık’ını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, maliki kim olduğunu irae eder. Ve o irae ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder.
İKİNCİ KELİME
“Vahdehû.” Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:
Kâinatın ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan, “Vahdehû” kelimesinde bir melce’, bir halâskâr bulur ki onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani “Vahdehû” manen der:
Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir, her şeyin anahtarı Onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir, her şey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlûbunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.
ÜÇÜNCÜ KELİME
“Lâ şerîke lehû.” Yani nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icadatında dahi şeriki yoktur.
Bazen olur ki sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, “Bize de müracaat et” derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin” denilmez.
İşte şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki:
İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hailsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet maliki ve defain-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâl’in huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir.
Mektubat, 20. Mektub
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için gelecek düsturlar rehberiniz olsun.
BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde rıza-i İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenab-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.
İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akim bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte ey Risale-i Nur Şakirdleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin azalarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârü’s-Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört ferdden bin yüz on bir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Üçüncü Düsturunuz: Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.
Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu davayı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, sizinle yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakıyeti gösteren manevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyadan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki Hazret-i Ali (ra), o mu’cizevârî kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (ks) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’a’daki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.
Böyle manevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz, “Onları kendi nefislerine tercih ederler. (Haşir Suresi: 9.)” sırrıyla ihlâs-ı tammı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hatta en latif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki, en masumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.
Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:
“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderâtıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umûmî’den elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)HÂŞİYE hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun? Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camiyi bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.
Cevaben dedim ki:
Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalp ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve dâimî vazife var ve en büyük dairede, en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile, küçüklük ve büyüklük ma’kûsen mütenasib vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle, küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lüzumsuz, malâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder, o kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merak ile takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur, onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevap ise:
Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i amme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek. İşte o dava ise yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibi’nin ve Mutasarrıfı’nın binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki: Herkesin –iman mukabilinde– bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâkî ve dâimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hatta bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde, kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
HÂŞİYE: Parantez içindeki not 1946 senesine aittir.
Asâ-yı Musa, Dördüncü Mesele, s. 31
Suâl: “Gayr-i müslimlerle nasıl müsâvî olacağız?”
Cevap: Müsâvât ise fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve geda birdir. Acaba bir Şeriat “Karıncaya bilerek ayak basmayınız” dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmal eder? Kellâ! Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (ra) âdi bir Yahudî ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyubî’nin miskin bir Hristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.
Eski Said Dönemi Eserleri, s. 182
***
Şeriat-ı Garra, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. […] Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvâtı bahusus o zamanda delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı Garra müsâvâtı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî revâbıt ve levazımatıyla câmi’dir. İmam-ı Ömer (ra), İmam-ı Ali (ra) ve Salâhaddin-i Eyyûbî âsârı bu müddeaya delil-i alenîdir.
Eski Said Dönemi Eserleri, s. 95
***
Cumhuriyet ki adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâm’a büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.
Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdat tevzî olunmuş olur. “Şüphesiz ki Allah pek kuvvetli ve pek izzetlidir.” (Hac Suresi: 40) hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da marifet-i tam ve medeniyet-i âmm veyahut din-i İslâm namıyla olmalı. Yoksa istibdat daima hükümferma olacaktır.
Eski Said Dönemi Eserleri, s. 45
***
Evet, Garb uleması ve feylesofları itiraf ve ikrar etmişler ki “İslâmiyetin kanunları, yüksek bir tarzda âlemin ıslahına kâfidir.”
Hem Külliyetü’l-Hukuk Kongresinin cemiyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede, 1927 senesinde, onun reisi feylesof üstad Shebol (Şebol) demiş ki: “Muhammed’in (asm) beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünkü o zat ümmî olmasıyla beraber, on üç asır evvel öyle bir Şeriat getirmiş ki biz Avrupalılar, iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek en mes’ud, en saadetli oluruz.”
Mektubat, s. 256
Hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlâhiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle, bu dünyadaki fânî ömür, bâkî bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâkî bir ömrü intâc eder ve bâkî ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.
Evet, Bâkî-i Hakikî’nin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer Onun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki Onun yolunda bir saniye lâyemuttur, çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi bir saniye hükmüne geçer. Meşhur böyle bir söz var ki: “Sinetü’l-firakı senetün ve senetü’l-visâli sinetün.” Yani, “Firakın bir saniyesi bir sene kadar uzundur ve visalin bir senesi bir saniye kadar kısadır.”
Ben bu fıkranın bütün bütün aksine diyorum ki:
Visal, yani, Bâkî-i Zülcelâl’in rızası dairesinde livechillâh bir saniye visal, değil yalnız böyle bir sene, belki daimî bir pencere-i visaldir. Gaflet ve dalâlet firakı içinde, değil bir sene, belki bin sene bir saniye hükmündedir. O sözden daha meşhur şu söz var: “Sahra, düşmanla beraber bir fincan kadar dar; iğne deliği, dostlarla beraber bir meydan kadar geniştir [Arabî ibarenin meâli]” hükmümüzü teyid ediyor.
Meşhur evvelki sözün sahih bir manası budur ki: Fânî mevcudatın visali madem fânîdir; ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer, hasretli bir hayal ve esefli bir rüya olur. Bekayı isteyen kalb-i insanî bir sene visalde, yalnız bir saniyecikte ancak zerre gibi bir zevkini alabilir. Firak ise, saniyesi bir sene değil, senelerdir. Çünkü firakın meydanı geniştir. Bekayı isteyen bir kalbe, firak, çendan bir saniye de olsa, seneler kadar tahribat yapar. Çünkü hadsiz firakları ihtar eder. Maddî ve süflî muhabbetler için bütün mazi ve müstakbel firakla doludur.
Şu mesele münasebetiyle deriz: Ey insanlar! Fânî, kısa, faydasız ömrünüzü bâkî, uzun, faydalı, meyvedar yapmak ister misiniz? Madem istemek insaniyetin iktizasıdır; Bâkî-i Hakikî’nin yoluna sarf ediniz. Çünkü Bâkîye müteveccih olan şey, bekanın cilvesine mazhar olur.
Madem her insan gayet şiddetli bir surette uzun bir ömür ister, bekaya âşıktır. Ve madem bu fânî ömrü bâkî ömre tebdil eden bir çare var ve manen çok uzun bir ömür hükmüne geçirmek mümkündür. Elbette, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, o çareyi arayacak ve o imkânı bilfiile çevirmeye çalışacak ve tevfîk-ı hareket edecek.
İşte o çare budur: Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. Lillâh, livechillâh, lieclillâh rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları seneler hükmüne geçer.