DOLAR

40,2607$% 0.13

EURO

46,7252% 0.08

STERLİN

53,9495£% 0.21

GRAM ALTIN

4.319,39%0,53

ÇEYREK ALTIN

7.014,00%0,24

TAM ALTIN

27.971,00%0,24

ONS

3.335,86%0,37

BİST100

10.219,67%-0,06

İstanbul °
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Dr. Adem Ali RÜZGARLI

Dr. Adem Ali RÜZGARLI

22 Ağustos 2025 Cuma

“Şefkat-i İmaniye”nin Neresindeyiz?

“Şefkat-i İmaniye”nin Neresindeyiz?
0

BEĞENDİM

ABONE OL
  • Dr. Adem Ali Rüzgarlı

İnsan harika bir yaratılışın sahibi.

Fizyolojisi ile olduğu kadar psikolojisi ile…

Bedeni ile olduğu kadar ruhu ile…

Organlarıyla olduğu kadar duyguları ile…

Ama hiç şüphe yok ki insanı asıl üstün kılan bedeni değil, ruhu. Fiziki güç bakımından, söz gelimi, at insandan daha kuvvetli. Beden cismaniyet açısından fil insandan daha cesametli. Boy bakımından zürafa insandan daha uzun… Ama akılca, şuurca, hissiyatça insan hiçbir canlı ile kıyaslanamayacak kadar üstün donanıma sahip…

Söz etmek istediğimiz konu “şefkat”. En önemli, en dikkat çekici, en müstesna duygularımızdan birisi. Merhamet, sevgi, yardımseverlik gibi duygularımızla bağlantılı bir duygumuz. Diğer canlılarda da var, özellikle annelerde, sınırlı oranda. Bir koyun, bir kedi, bir kuş, kimse zarar vermesin diye yavrularını en korunaklı yere götürür, gözü gibi bakar, canı pahasına onları korumaya ve beslemeye çalışır! Anne hayvanlar bu duygularını bir yerden almadığına, yaratılışta kendilerine verilmiş olduğuna göre “şefkat”in kaynağının Yaratıcı olduğu muhakkak!

İnsandaki şefkat ise hem daha genel hem daha kapsamlı hem daha derinliklidir. Bir anne evladının sadece mevcut anını değil, ömrünün sonuna kadar iyiliğini düşünür, kendince tedbir alır. Bir baba evlatlarının huzuru, güveni ve geleceği için her çeşit zahmete katlanmayı göze alır. Bir doktor yalnızca parasal kaygılarla değil içinden gelen karşı konulmaz duygularla hastasının iyileşmesi için çaba gösterir…

Yaratılıştan gelen, her insanda bulunan, merhamet ve sevgi gibi duygularla ilişkili olan bu duyguya “şefkat-i insaniye” deniyor; yani insan olmaktan kaynaklanan, Yaratıcının insana bahşettiği şefkat. Eğer insan zulümlerle, haksızlıklarla, fıtratıyla uyuşmayan ciddi ve ısrarlı yanlışlarıyla “fabrika ayarlarını” bozmamışsa, -inancı, anlayışı, milleti, kültürü vb. ne olursa olsun- bu duygu her insanda vardır. İnsanî değerlerini muhafaza oranıyla paralel olarak; az veya çok, sathî veya derinlikli…

Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus bunun biraz daha üstü: Şefkat-i insaniyeyi de içine alan “şefkat-i imaniye”. Yani imandan kaynaklanan, müminlere mahsus olan kuşatıcı şefkat duygusu. Şunu biliyoruz ki, ahirette ebedi saadete vesile olmasından başka bu dünyada da iman, “güven” vesilesi, “huzur vesilesi”, bir çeşit “cennet vesilesi”. İmandan yoksun olan kimseler ruhen açtır. Hayatın zorluklarına karşı dirençsiz, ölümlere karşı korku doludur. Musibetlere dair kaygı ve hüzün yüklüdür. Kendisini hayata göndereni tanımayan, her şeyin Onun hükmü altında olduğunu bilmeyen, Onun kendisine iman ve itaat ile mukabele edenlere dünyada da güven ve huzur verdiğini tecrübe etmeyen kimseler sıkıntılıdır, sıkıntıdadır…

İman, bedenin gıdaya ve suya ihtiyacı gibi insan kalbinin en temel beslenme kaynağıdır. Bundan mahrum olan bir kimsenin kalbi gıdasız, manevi midesi aç ve susuzdur.

İman, bedenin oksijene ihtiyacı gibi ruhun en temel ihtiyacıdır. Bu ihtiyacı karşılamayan insanın ruhu dardadır, karanlıktadır, huzursuzdur.

İman, bedenin ışığa ihtiyacı gibi vicdanın ışığıdır. Bu ışıktan mahrum olan vicdan çaresizdir, dayanaksızdır, acı içindedir…

İmandan mahrum olmak, -ebedi saadetten ve cennetten mahrumiyet bir yana-, dünyada da manevi tarafımız bakımından aç kalmak, susuz kalmak, havasız kalmak demektir.

İşte bunun farkında olan mümin, -farkındalık oranına göre- imandan uzak olanlara iman nurunu ulaştırmak ister, -deyim yerindeyse-, iman gıdasını, iman suyunu, iman oksijenini ulaştırmak ister. Zira kendisi tok olan bir kimse yanı başında açlık çeken kimseye karşı duyarsız kalabilir mi? kendisi su ihtiyacını gidermiş olan bir kimse susuzluktan ciğeri yanan kimselere karşı ilgisiz olabilir mi? Kendimizle ilişkilendirerek söylemek gerekirse, biz aydınlığın ferahlatıcı ortamında yaşarken yakın veya uzak çevremizde karanlığa gömülmüş kimselere el uzatmak istemez miyiz?

Sözlük anlamı itibariyle merhamet “yufka yüreklilik içinde ihtiyaç sahibine el uzatmak, yardım etmek, ihtiyacını gidermeye çalışmak”, şefkat ise aynı duygular içinde “bir kimsenin ileride karşılaşabileceği olumsuzluktan endişe ederek tedbir almak, o kişiye yardımcı olmak, iyilik yapmak” anlamına geliyor.1 Bu tanım çerçevesinde baktığımızda “şefkat-i imaniye” mü’minleri, imandan mahrum olanların hem dünyada huzursuz olmalarını hem ahirette azap çekmelerini engellemek için iman nurunu götürmeye çalışmaları, iman hizmetine odaklanmaları demek oluyor.

Yaratılış özelliğimiz bakımından bizdeki merhamet duygusu Allah’ın “rahîm” isminin, şefkat ise Onun “raûf” isminin tezahürü olarak açıklanıyor.2 Resul-i Ekrem’in (asm) hadislerinden anlaşıldığı üzere3 bizim ubudiyetimizle ilgili olarak bu dünyadaki görevimiz Allah’ın fıtratımıza koyduğu bu çeşit özellikleri fiiliyata yansıtarak aynı zamanda Onun rahmetine ve re’fetine mazhar olmaya çalışmaktır.

Burada sözü uzatmamak için şöyle bir soruya yer verebiliriz: Yer yüzünde şefkat-i imaniyede zirve olan şahsiyet kimdir? Bunun cevabını bizzat Rabbimiz “Ey Peygamber! İnsanlar iman etmiyor diye neredeyse kendini bitirip tüketeceksin” ayeti4 ile çok açık olarak veriyor. Demek ki, Resulullah’ın şefkat-i imaniyesi zirvede. Bazı insanların imandan mahrumiyeti onu neredeyse “kendini bitirip tüketme” noktasına götürüyor. Burada elbette böyle şefkat sahibi Resul’ün (asm) ümmeti olarak kendimize şu soruyu sormamız şarttır: “Peki ben, biz şefkat-i imaniyenin neresindeyiz?”

Günümüzde özellikle genç nesil iman bakımından büyük bir savrulma yaşarken bizim duygu, kaygı ve çaba olarak nerede olduğumuz çok önemli görünüyor. İfade etmek gerekir ki, Kur’an’ın Resul (asm) üzerinden verdiği bu mesaj bizim “şefkat-i imaniyemizi” anlamamız ve harekete geçmemiz için çok önemli…

Yazıyı aynı konuyla ilgili olarak Resul-i Ekrem (asm)’ın ahir zamandaki seçkin, manevi talebesi Said Nursi’nin çok etkili şu sözlerini hatırlayarak bitirelim: “…Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!..”5

1 Genişbilgi için bk. Recep Ertuğay, “Anlam ve Eylem Bakımından Şefkat Kavramı”, (2019) İlahiyat Akademi, sy. 9, s. 67-80.

2 Krş. Bekir Topaloğlu, “Raûf”, DİA, XXXIV, 468.

3 Mesela bk. Ebu Davud, “Edeb”, 66.

4 Şuara 42/3; Kehf 18/6.

5 Tarihçe-i Hayat (İstanbul 2020, YAN), s. 525.

Devamını Oku

İnsanın Değeri ya da “Bir İnsanın Bir Canlı Türüne Denk Olması”

İnsanın Değeri ya da “Bir İnsanın Bir Canlı Türüne Denk Olması”
0

BEĞENDİM

ABONE OL
  • Dr. Adem Ali Rüzgarlı

İnsan… Yani ben… Yani sen… Yani o…

Biyolojik özelliği bakımından iki ayağı üzerinde yürüyebilen canlı… Ellerini tutmak, kaldırmak, atmak için kullanabilen varlık… Başını öne, sağa sola çevirebilen yaratık…

İki göz sahibi. Yaklaşık 380 ile 750 nanometre dalga boyları arasındaki şeyleri görebiliyor.

İşitme frekansı ya da aralığı 20 hertz’den başlıyor, 20.000 hertz’e kadar yükseliyor.

Dilinde, daha doğrusu dilimizde 5.000 dolayında farklı tadı ayırt edebilecek tat tomurcukları bulunuyor.

Burnumuz 10.000 kadar farkı kokuyu ayırt edebiliyor.

Yaklaşık 20.000 ile 25.000 arasında gen taşıyoruz. 37 trilyon hücremiz var. Beynimiz takriben 1.5 kg ağırlığında. Kalbimiz günde 7.500 litre kan pompalıyor.

Vücudumuz 206 kemikten oluşuyor. Kas sayısı 600’dan fazla.

Maksadımız biyolojik özelliklerimize dair rakamları sıralamak değil. Rakamları bilmesek bile, hepimiz kendi üzerimizden fiziki varlığımız hakkında en azından birtakım genel bilgilere sahibiz.

Ama hepimiz yine biliyoruz ki biz cismani varlıktan ibaret değiliz. Manevi tarafımız var. Bilişsel ve duygusal özelliklere sahibiz. Biyolojik bir varlık olduğumuz kadar psikolojik bir varlığız. Akıl ve duygu sahibiyiz.

Duyu organlarından gelen bilgileri seçme, düzenleme ve anlamlandırma yeteneğine sahibiz. “Algı” kabiliyetimiz var.

“Düşünme” yetimiz var. Soyutlayabiliyor, problem çözebiliyor, planlama yapabiliyoruz.

“Zeka” sahibiyiz. Yeni durumlara uyum sağlayabiliyor, öğrenebiliyor ve çözüm üretebiliyoruz.

“Hafıza” yeteneğimiz var. Gördüklerimizi, duyduklarımızı ve öğrendiklerimizi saklayabiliyoruz.

Sayısız duygumuz var: Sevgi, özlem, korku, üzüntü, sevinç, coşkunluk gibi…

Sosyal bir varlığız. Aile, soy, çevre, millet, kültür gibi çeşitli aidiyetlerimiz var.

Bilinç, bilinç altı, savunma mekanizmaları gibi ruhi dinamiklerimiz var…

Maksadımız psikolojik özelliklerimizi sıralamak d değil.

Kendi gerçekliğimize atıf yaparak bir hakikati hatırlamak. Nedir? İnsaniyetimiz! İnsanî gerçekliğimiz! Çoğu defa göz ardı ettiğimiz “insan olarak yaratılmış olma” keyfiyetimiz. Son bilimsel tespitlere göre yer yüzünde 2 milyondan fazla hayvan türü var. Söz gelimi, 11 bin civarında kuş türü var. Bir o kadar sürüngen türü var. 34 bin dolayında balık türü bulunuyor. 6.500 memeli türü var… Fakat bunların hiçbirisi insana verilen “insanî donanım” bakımından insanla mukayese edilebilecek özelliğe sahip değil. Tekrarlayalım “insanî donanım” bakımından yoksa cismanî özelliler bakımından değil. İnsan bedensel varlığı bakımından ne kuş gibi uçabilir, ne balık gibi yüzebilir. Ama insan, yaratılışça kendisine verilen akıl, kalp, ruh gibi özellikler bakımından hiçbir hayvanla karşılaştırılamayacak kadar üstünlüğe sahip. Bu sebepledir ki, gökte uçabilecek, denizde yüzebilecek, fezada seyahat edebilecek imkanlara ulaşmıştır.

Söz uzatmak gerekmez. Bediüzzaman’ın insanın üstünlüğü ile ilgili ifadesini paylaşalım. Şöyle diyor: “Madem, fünunun ittifakıyla ve ulûmun şehadetiyle, hilkat şeceresinin en mükemmel meyvesi insandır. Ve mahlûkat içinde en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Ve insanın bir ferdi, sair hayvânâtın bir nev’i hükmündedir.”[1]

Görüldüğü gibi Bediüzzaman burada fünun ve ulûmu yani fiziki ve beşeri bilimleri şahit tutarak insanın bütün yaratıklar içinde en değerli, en kıymetli, en özellikli varlık olduğunu dile getiriyor. Fakat onun bu vesile ile söylediği “İnsanın bir ferdi sair hayvanatın bir nev’i hükmündedir” tespiti çok çarpıcı görünüyor. Somut hale getirerek söylemek gerekirse, mesela hayvanatın türleri olarak koyunları veya atları veya kuşları… düşündüğümüzde bir tek insanın bütün atlar, bütün koyunlar, bütün kuşlara denk olduğu anlaşılıyor. Çok dikkat çekici, çok şaşırtıcı değil mi?

İlk bakışta bir insan bir ferdinin diğer hayvanların bir türü gibi olduğunun söylenmesi abartı gibi görünebilir. Ama onun aynı eserinin başka bir bölümünde bunu gerekçelendirirken yaptığı şu açıklama gayet makul bir mahiyet taşıyor: “İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs’atiyle bir nevi külliyet kesb eder. Ve keza, insanın bir ferdi, hilâfet hususunda âlemin eczâsıyla şuurca alâkadar olduğundan, nebatî olsun, hayvanî olsun, pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan, nevi gibidir. Ve bu itibarla, insanın bir ferdi, neviler sırasına geçer.”[2]

Bu açıklamada Bediüzzaman insanın üç özelliğine işaret ederek “külliyet” kesbeden bir varlık olduğunun altını çiziyor: a) ihata-i fikir, b) aklî vüs’at yani genişlik, c) kalbî vüs’at. Bu üç özellikle ifade edilen insan gerçeği onun “külliyet” kazanmasının sebebi olarak gösteriliyor. Her ne kadar diğer hayvanlarda da yarar ve zararını ayırt edecek kadar akıl varsa da (buna iç güdü denmesi doğru değildir, çünkü hayvanlardaki bu özellik Yaratıcının onlara verdiği bir özelliktir) bunun insan aklıyla mukayese edilemeyecek kadar sınırlı olduğu aşikardır. Bundan dolayıdır ki hayvanlar hep aynı seviyede kaldığı halde insan Allah’ın kainata koyduğu kurallardan yararlanarak büyük gelişmeler kaydetmiş, bir taraftan uzayda yolculuk yaparken bir taraftan okyanusun derinliklerinde dolaşmaya başlamıştır. İnsanın diğer bir özelliği olarak “kalp” sahibi olmasına gelince, bu da doğrudan doğruya insana verilen “ruh”u hatıra getirmektedir. Her ne kadar kalp ile ruh eş anlamlı değilse de bu ikisi arasında ciddi bağlantı bulunduğu muhakkaktır. Kur’an’da, Yaratıcı “Ben ona ruhumu üfledim”[3] ayeti ile bu muazzam nimete dikkat çekmektedir.

İşte insan, aklı ve ruhu ile bütün alemle temas kurabildiği gibi imanı ve taati ile fizikî dünyayı aşıp meleklerle, melekût alemi ile nihayet bütün alemlerin Rabbi olan Yaratıcı ile bağ kurabilme potansiyeline sahip bulunuyor. O halde insan yani ben, biz, hepimiz bu kapsamlı, bu “küllî” yönümüzü düşünmek ve gerçekleştirmek suretiyle “fikriyat”ımızla kainatta dolaşarak, kainatta Kendisini tanıtan Rabbimizi tanıyıp Ona iman ve ubudiyetle mukabele ederek “insanî gerçekliğimiz”in hakkını vermeye çalışmalıyız.


[1] Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye (İstanbul 2020, YAN), s. 135.

[2] A.g.e., s. 125.

[3] Hıcr 15/29; Sâd 38/72.

Devamını Oku

Sevgi, Varlığın Var Ediliş Sebebidir!

Sevgi, Varlığın Var Ediliş Sebebidir!
0

BEĞENDİM

ABONE OL
  • Dr. Adem Ali Rüzgarlı

Sevgi…

İki hecelik kelime.

Sevgiliye sunulan bir deste çiçek..

Bir annenin bebeğin yanağına kondurduğu öpücük…

Saksıdaki kırmızı gül…

Dostumuzu görünce yüzümüzde oluşan pırıltı…

Sevgi ya da muhabbet, bütün dünyayı, bütün varlığı kuşatan bir sır… Güneşin her bir ışıltısında sevgi var… Toprağın her bir zerresinde sevgi var… Denizin her bir damlasında sevgi var…

Yaratılış ağacının tohumu sevgidir…

Varlığın en güzel meyvesi sevgidir…

Dünya tarlasının başat ürünü sevgidir…

Dostla görüşmek için uzun yolları kısaltan sevgidir…

Yastığa başımız koyduğumuzda hayalimizin bizi uçurduğu menzil sevgidir…

Kalbimizin gülü sevgidir…

Sevgi üzerine yazılan kitapların sayısı belirsizdir. Sevgiyi konu edinen şiirler sayıya gelmez çokluktadır. Sevgi hakkında yapılan konuşmalar rakamlara sığmaz. Çünkü sevgi yahut muhabbet “varlığın sebeb-i vücududur!”

Varlık niye vardır dersiniz? Güneş neden dönüyor? Galaksiler neden hareketli? Yıldızlar niçin parlıyor?

Göklerden yere inelim: Denizin dalgaları ne diyor? Rüzgar niçin esiyor? Dağlar sessizliği ile ne diye haykırıyor?

Bahçelere göz atalım: Ağaçlar neden meyveye durur? Asmadaki üzüm salkımları ne diyor? Kiraz niçin kırmızıdır? Nazikçe şırıldayan su, yerden kaynayan pınar, rengarenk açan çiçekler neden haber veriyor?

Ya hayvanlar… Balıklar niçin yüzüyor? Kelebekler neden uçuşuyor? Kuşlar havada neden süzülüyor? Kanarya niçin bu kadar güzel şakıyor? Tavus kuşu renk cümbüşü kanatlarıyla hangi şarkıyı besteliyor?

Nihayet biz insanlar… Neden sevgi deyince kalbimiz bir başka atar? Neden rüyalarımızı sevdiklerimiz süsler? Neden evlerimizde çiçek yetiştiririz? Neden güldüğünde çocuğumuzun gözünün içine bakarız?

Hepimiz bu “neden”lerin cevabının “sevgi” olduğunu biliyoruz. Çocuğumuzun göz bebeğinde sevgi vardır çünkü… Vazodaki çiçek sevgiyi hatırlatır çünkü… Kalbimizin can damarının adı sevgidir çünkü… Kanaryanın şarkısının teması sevgidir çünkü…

Sevgi olmasa ağaçlar meyveye durur mu? Sevgi olmasa meyveler albenileriyle renklere bürünür mü? Sevgi olmasa dünya döner mi? Sevgi olmasa güneş bu kadar parlar mı?…

Kutsî hadiste Yaratıcı şöyle buyuruyor: “Ben gizli yani bilinmeyen bir hazine idim. Bilinmeyi sevdim, varlıkları yarattım”.1 İşte varlığının mâyesinin sevgi olduğunu belirten kutlu söz! Bizzat Yaratıcının dile getirdiği özel açıklama! Ve bu açıklamaya düşülen çok güzel bir not: “Yaratıcı bu alemi varlığına, sonsuz özelliklerine ayna olsun diye yarattı.”2 Bütün alem Onun sonsuz güzelliğini yansıtan aynadır! Kainattaki ya da evrendeki her şey Onun özelliklerini yansıtan aynadır! Yansıma elbette her aynanın kabiliyeti ve parlaklık düzeyi ile sınırlıdır! Yoksa aynadaki tecellilerinden “mutlak” ve “sonsuz” olduğunu anladığımız Yaratıcıya tam olarak ayna olmak mümkün değildir!

Varlık aynasında gördüğümüz bütün özellikler, bütün güzellikler Onun sonsuz “kemâl” ve “cemâl”inin yansımasından ibarettir. Söz gelimi, güneş Onun “nur” isminin, çiçek “cemil” isminin, meyve “rezzâk” isminin, bütün canlılar Onun “hay” isminin… cilvesinden başka bir şey değildir.

Bu alemde irade sahibi kılınan insanlar ve cinlerden başka bütün varlıkların aynalığı “fıtrî” yani yaratılış programı çerçevesinde gerçekleşirken insandaki -yaratılışındaki değil, fillerindeki- aynalık “iradevî”dir. Bu yüzden insanlar iradelerine dayalı fiilleriyle ilahî güzelliklere, Onun hükmüne uyarak ayna olabildiği gibi – -uymayarak- bunlara perde olan bir tercihin de içinde olabilir.

İnsanlar arasında, hem kendisinin tarifsiz gayreti ve samimiyeti ile hem de Yaratıcının ona verdiği “elçilik” görevinden dolayı özel yardımı ile aynalık bakımından zirvede olan şahsiyet Hz. Muhammed (asm)’dır. O, sahip kılındığı nübüvvet nuru itibariyle yaratılış ağacının tohumu ve meyvesi, kainat gülünün bülbülü, ilahî muhabbetin has gülüdür! O ilahî vahiy ve terbiye içinde yaşayarak hem ilahî sevgiye ulaşmada zirveyi tutmuş hem de sünneti ile bizi ilahî sevgiye ulaştıracak yolu gösteren “parlak bir ayna” olmuştur. Dolayısıyla eğer Allah’a sevgimiz varsa, -ki O gerek sonsuz cemali gerekse bize bahşettiği sayısız nimetleri dolayısıyla sonsuz sevgiye layıktır-, Onun habibi yani en çok sevdiği kişi olan Resul-i Ekrem’e (asm) tabi olmak şarttır. Şu ayet tam da bunu ifade ediyor: “(Ey Muhammed) de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun, böylece Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”3

Yazıyı Bediüzzaman’ın şu sözü ile bitirelim: “Muhabbet (yani sevgi) şu kainatın bir sebeb-i vücududur hem şu kainatın rabıtasıdır hem şu kainatın nurudur hem hayatıdır.”4

1 Bk. Söz konusu rivayet için bk. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 132.

2 İbn Arabî’nin bu notu için bk. Said Nursi, İşârâtü’l-i’câz (İstanbul 2020, YAN), s. 19.

3 Âl-i İmran 3/31.

4 Said Nursi, Sözler (İstanbul 2020, YAN), s. 334.

Devamını Oku

“Tatil” Bir Şey Yapmamak mı, Yoksa Değişik Faaliyetlerde Bulunmak mı? Ya da “Faaliyet Lezzettir!”

“Tatil” Bir Şey Yapmamak mı, Yoksa Değişik Faaliyetlerde Bulunmak mı? Ya da “Faaliyet Lezzettir!”
0

BEĞENDİM

ABONE OL
  • Dr. Adem Ali Rüzgarlı

Alemde “daimî bir faaliyet” var.

Canlı-cansız, bildiğimiz-bilmediğimiz, yakımızda olan-uzağımızda olan… her şeyde, her an devam eden, her an çeşitlenen, daima tazelenen faaliyet var, faaliyetler var…

Bedenimiz baştan sona harika bir faaliyet alanı. Her hücremiz, her organımız, her sistemimiz programlandığı şekilde faaliyet icra ediyor. Söz gelimi, kalbimiz günde yaklaşık 100.000 defa atıyor, kanı pompalıyor. Günde 20.000 kez nefes alıp veriyoruz. Bu suretle oksijen alıp karbondioksiti dışarı atıyoruz. Her solunum faaliyetinde akciğerlerdeki alveoller her saniye kanla gaz alış verişi yapıyor. Beynimiz sürekli elektriksel sinyaller üretiyor. Sinir hücreleri saniyede binlerce sinyali iletiyor… Kısacası vücudumuzdaki 40 trilyona yakın her hücre görevini ifa etmek üzere -deyim yerindeyse- koşuyor, koşuşturuyor…

Aynı şekilde “büyük insan” olan kainatta, kainattaki her varlıkta, her varlığın her biriminde de sayısız faaliyet gerçekleşiyor. Dünyamız ortalama saatte 1670 km hızla dönüyor. Güneşimiz galaksimiz etrafında saniyede 230 km. hızla deveran ediyor. Dünyamızdaki, söz gelimi, tektonik kayalar sürekli hareket ediyor. Denizlerde -ilahî düzen çerçevesinde- ay ve güneşin çekim etkisiyle met-cezir olayları gerçekleşiyor. Yer yüzünde rüzgarlar sürekli sirkülasyon içinde bulunuyor. Meltemler, alizeler, fön rüzgarları…

Bilinmeyen bir şeyden söz etmiyoruz. Yaşadığımız, gördüğümüz, okuduğumuz şeyler üzerinden bir hatırlama ya da bir hatırlatma yapıyoruz: Alemde daimî bir faaliyet var. Bu vakıadan yola çıkarak bu faaliyetlerin anlamı ve esrarı açısından birçok metafizik gerçekliğe intikal edebiliriz. Ama biz en az ilgili gibi görünen bir konuya işaret etmek istiyoruz, şu: Alemde bir faaliyet varsa, alemde her şey, her an faaliyette ise çok özel donanıma sahip kılınmış varlıklar olarak bizim de sürekli faaliyet içinde olmamız gerektiği. Peki, bunun pratik hayatımız açısından aktüel karşılığı nedir diye düşünülebilir. Tek kelime ile yanlış “tatil” anlayışından uzak durmak.

Bilindiği gibi tatil kelimesi sözlükte, “faaliyet dışı kalmak, uğraş içinde olmamak” anlamına geliyor. Bugün ülkemizde ise -birçok ülkede olduğu gibi-, resmi yahut kurumsal işimizi bırakmak, biraz başka yerlere gitmek, biraz dinlenmek, biraz eğlenmek demek oluyor. Bunda ebette problem yok. Yorulan insanın dinlenmeye, aynı mekanda olan insanın farklı mekanlara gitmeye, aynı işi yapan insanın başka uğraşlarda bulunmasına ihtiyacı var. Fakat burada “tatil” kavramı ile ilgili olarak birkaç noktanın hatırda tutulması gerekiyor. Bunlardan birisi tatil vesilesiyle insanî ve İslamî değerlerin dışına çıkmamak gerektiği. Ne yazık ki bazı insanlar yanlış bir tatil anlayışı içinde gaflete düşebildiği gibi bazı insanlar da Kur’anî hükümlerle uyuşmayan mekan ve eylemlerde bulunarak tatillerini “günah çarkına” dönüştürebiliyor.

Bizim bu vesile ile özellikle vurgulamak istediğimiz husus ise bazı kimselerin tatil kavramını “atalet” ile ilişkilendirerek bu süreci bir tür tembellik ve faaliyetsizlik olarak algılamaları. Oysa yaratılışta atomlardan galaksilere kadar hiçbir atalet, hiçbir tembellik, hiçbir faaliyetsizlik yoksa insanın da hiçbir şekilde atalet içinde olması düşünülemez! Ama elbette insanlar uğraş değiştirebilir, bir meşguliyeti bırakıp başka meşguliyetlerin içinde olabilir, farklı mekanları tercih edebilirler. Yıllık rutinin dışına çıkabilirler. Hatta bunda insan ruhu için birçok fayda bulunduğu uzmanlarca da ifade ediliyor. Ama -tekrarlayalım ki-, faaliyetlere son vermek yahut faaliyetleri askıya almak tarzında bir tatil içinde bulunamazlar. Zira bu yaratılışın akışına zıt!

Söz buraya gelince Bediüzzaman’ın şu ifadelerine iktibasta bulunmamak doğru olmaz: “Ey sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemâl-i şevkle ve bir çeşit lezzetle evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadar herşey kemâl-i lezzetle vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.”[1]

Görüldüğü gibi Bediüzzaman “her faaliyet içinde bir lezzet bulunduğunu” ifade ederek çok geniş bir daire çiziyor, hayvanlardan ay ve güneşe kadar bütün varlıkların görevlerini zevk ve iştiyak içinde gerçekleştirdiklerini dile getiriyor. Şu halde, kainatta baştan sona kadar bir dinamizm bulunuyor ve -tabir caizse- kainatın çarkları hiçbir aksama, duraksama olmadan mükemmel bir şekilde -elbette bir işletenin fiil ve iradesiyle- işlemeye devam ediyor. Dolayısıyla varlıklar içinde özel yeri olan insanın da bu dinamizme fiilen katılması, hayatını daima bir hareket ve faaliyet içinde değerlendirmesi gerekiyor. Nitekim Kur’an “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır”[2] ayetiyle bu konuda güçlü bir teşvikte bulunduğu gibi, Resul-i Ekrem (asm) da şu duasıyla tembellikten de Allah’a sığınıyor: “Allah’ım! Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, bunaklıktan, kabir azabından sana sığınıyorum…”[3]

Sonuç olarak statik, durgun, hareketsiz bir alemde değil canlı, dinamik ve faaliyet dolu bir alemde yaşadığımız için biz de, bu dinamizme katılmak, hayatımızın her dilimini olduğu gibi, bir çeşit “izin günleri” demek olan “tatil” dönemimizi de, en azından farklı çalışma ve faaliyetlerle değerlendirmek ve zenginleştirmek durumunda olmalıyız! Yoksa tamamen eğlenmeye odaklanma veya hiçbir şey yapmama anlamındaki tatil anlayışının alemdeki gerçeklikle, insanî gerçeklikle hiçbir ilgisinin bulunmadığı gayet açıktır!


[1] Said Nursi, Lem’alar (İstanbul 2020, YAN), s. 138.

[2] Necm 53/39.

[3] Müslim, “Zikir”, 73.

Devamını Oku

“Namaza Başlarken Kâbe’yi Hayalen Nazara Almak”

“Namaza Başlarken Kâbe’yi Hayalen Nazara Almak”
0

BEĞENDİM

ABONE OL
  • Dr. Adem Ali Rüzgarlı

Küçük-büyük, canlı-cansız bütün yaratıklar düzenlilik, ölçülülük, amaçlılık, estetiklik gibi sahip oldukları bütün özellikleri itibariyle bir Yaratıcının bulunduğunu, bulunması gerektiğini sürekli olarak ilan etmektedir. Bu yaratıcı, aklî bakımdan düşündüğümüzde “mutlak olmalı” yani Yaratıklar cinsinden olmamalı sonucuna ulaşılmaktadır. Çünkü yaratılmış bir şey yaratıcı olamadığı gibi, Yaratıcı de yaratıklar gibi olamaz, olmamalıdır. Nitekim Yaratıcı Kur’an’da, “Onun hiçbir benzeri yoktur”[1] ayetiyle açıkça bunu dile getirmektedir.

Yaratıcının mutlak olması aynı zamanda Onun yaratıklara has zaman ve mekan boyutlarından uzak olması gerektiği gerçeğini de içine almaktadır. O, mutlakiyeti dolayısıyla ne zamanın ne de mekanın bir parçası değildir. Aksine zaman ve mekan Onun var etmesiyle vücuda gelmiş iki “yaratık”tır. Dolayısıyla kendisi zamanla sınırlı olmaksızın bütün zamanlara hükmeden olduğu gibi yine kendisi bir mekanla sınırlı olmaksızın bütün mekanlara da hükmeden O’dur! Mekan olarak atom altı parçacıklardan tasavvurumuzu aşan galaksilere kadar her şey Onun mülkü olduğu gibi, zaman olarak geçmişin en uç noktasından geleceğin en uç noktasına kadar bütün zaman dilimlerini elinde tutan da O’dur. Kur’an’da, “bütün mülkün Onun elinde bulunduğunu” ifade eden ayet[2] ile “O, evveldir, O ahirdir…” ayetleri[3] bu hakikate işaret etmektedir.

Buradan şu noktaya gelmek istiyoruz: Yaratıcı “mekan” koordinatlarından uzak ise, uzak olması gerekiyorsa Onu bir “yön”, bir “cihet”, bir “taraf” ile ilişkilendirmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Nitekim Kur’an’da “O iki doğunun da, iki batının da Rabbidir” buyrularak[4] Onun cihetten münezzeh olduğu ifade edildiği gibi, “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz yönelin, işte orada Allah’ın yüzü vardır” ayeti[5] de aynı gerçeğe dikkat çekmektedir. Burada şu soru akla gelmektedir: Peki niçin namazda Kâbe’ye doğru dönüyoruz? Çünkü bu, tamamen Allah’ın emridir. Zira O şöyle buyurmaktadır: “(Ey Muhammed!) Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu (vahiy beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. (Bundan böyle), yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) hep o yöne dönün. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, bunun Rabblerinden (gelen) bir gerçek olduğunu elbette bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir.”[6] Ama diğer taraftan Kur’an’daki anlatımlardan şunu da öğreniyoruz ki, ilk yapılan mabet Kâbe’dir, Allah’ın kendisine izafetle andığı mekan Kâbe’dir, Hz. İbrahim ve İsmail’in yeniden inşa ettiği rükû ve secde mahalli Kâbe’dir, hacıların tavaf ettiği yer Kâbe’dir…[7] O halde Kâbe’ye doğru yönelme tamamen sembolik olup çok önemli hakikatlere referansta bulunmaktadır.

Namazda kıbleye yani Kâ’ye doğru yönelmek bizzat Yaratıcının emri olduğu için müminler bu emre uyarak namaz ibadetinde o tarafa doğru dönmektedir. Nitekim Resul-i Ekrem (asm) da namazlarını Kâbe’ye doğru yönelerek eda etmiştir.

Kâbe Mescid-i Haram’da, Mescid-i Haram Mekke’de, Mekke de Hicaz bölgesinde, Hicaz bölgesi de bir bakıma adeta yeryüzünün merkezinde yer almaktadır. Yer yüzünün her bölgesinde bulunan müminler, Kâbe’ye dönerken kendi coğrafyaları bakımından kimiler kuzeye, kimileri güneye, kimileri doğuya, kimileri batıya yönelmektedir. Mesela Yemen’de yaşayanlar -Kâbe kuzeyde kaldığı için- kuzeye, Türkiye’de yaşayanlar -Kâbe güneyde kaldığı için- güneye doğru yönelmektedir. Ara yönleri de düşündüğümüzde Kâbe bir daire oluşturmakta, yer yüzünde bulunan müminler de o daire etrafında iç içe halkalar oluşturarak ibadet etmektedir. İşte namaza başlarken hayalen Kâbe’yi nazara almak bu tabloyu tasavvur etme imkanı vermektedir. Bu tasavvur dünyanın dört bir tarafında, iç içe daireler halinde on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca müminin aynı Yaratıcıya iman ettiği, aynı Yaratıcıya ibadet ettiği, aynı Yaratıcıya dua ettiği, aynı Yaratıcının gönderdiği kitaba ve kitabın içindeki hakikatlere inandığı hakikatini hatırlatmakta, böylece imanın kuvvetlenmesine, imanda “yakîn”in artmasına vesile olmaktadır.

Bediüzzaman bu önemli hakikati şu ifadelerle dile getirmektedir: “Arkadaş! Vaktin evvelinde, Kâbe’yi hayalen nazara almakla namaz kılmak mendubdur ki, birbirine giren daireler gibi Beytin etrafında teşekkül eden safları görmekle, yakın saflar Beyti ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayalle görsün. Ve o saflara girmekle, o cemaat-ı uzmâya dahil olsun ki, o cemaatin icmâ ve tevatürü, onun namazda söylediği her dâvâya ve herbir sözüne bir hüccet ve bir bürhan olsun. Meselâ: Namaz kılan “elhamdü lillah” dediği zaman, sanki o cemâat-i uzmâyı teşkil eden bütün mü’minler “Evet, doğru söyledin” diye onun o sözünü tasdik ediyorlar. Ve bu tasdikler, hücum eden evham ve vesveselere karşı mânevî bir kalkan vazifesini görür. Ve aynı zamanda, bütün hasseleri, lâtifeleri, duyguları o namazdan zevk ve hisselerini alırlar. Yalnız musallînin Kâbe’ye olan şu hayalî nazarı, kasdî değil, tebeî bir şuurdan ibaret bulunmalıdır.”[8]

Görüldüğü gibi Bediüzzaman vaktin evvelinde Kâbe’yi hayalen nazara almanın mendup yani sevap olan ama yapılmaması günah olmayan bir hüküm olduğunu ifade ediyor. Bunu yapan bir kimsenin en yakın saftan en uzak safa kadar bütün İslam alemini muazzam bir cemaat halinde görüp kendisinin de o cemaate dahil olduğunu fark edeceğini belirtiyor. Ardından böyle bir kimsenin söylediği her söz ve her dava için o muazzam cemaatin çok kuvvetli bir delil, çok güçlü bir hüccet olduğuna dikkate çekiyor. Mesela, söz konusu kişi “Elhamdü lillah” dediğinde bütün o cemaatin kendisini tasdik ederek bu sözünü onayladığını ifade ediyor. Bunun o kişinin nefis veya şeytandan gelebilecek her türlü vesveseye ve şüpheye de bir çeşit kalkan olacağını bildiriyor. Ayıca bu hakikati yaşayan bir kimsenin bütün ince duygularının namazdan zevk ve hisselerini alacağını zikrediyor. Son olarak da bunu yaparken zorlamalı bir tutum içinde bulunmaksızın ikincil bir bilinç içinde olmakla iktifa etmek gerektiğini ilave ediyor.

Sonuç olarak müminlerin namaza başlarken böyle bir tutum ve tahayyül içinde olmaları hem imanlarının güçlenmesine hem de duygularının namazdan hisse ve zevk almasına vesile olduğu için önemli bir tavsiye keyfiyet taşıyor, diye anlaşılıyor.


[1] Şura 42/11.

[2] Mülk 67/1.

[3] Hadid 57/3.

[4] Rahman 55/11.

[5] Bakara 2/115.

[6] Bakara 2/144.

[7] Bk. Sadettin Ünal, “Kâbe”, DİA, XXIV, 14 vd.

[8] Said Nursi, Mesnevî-i Nuriye (İstanbul 2020, YAN), s. 65.

Devamını Oku