40,2607$% 0.13
46,7252€% 0.08
53,9495£% 0.21
4.319,39%0,53
3.335,86%0,37
10.219,67%-0,06
17 Temmuz 2025 Perşembe
“Baskıcı ve Zorlayıcı Olmak” Fıtrata Aykırı! | “İstibdâd”ın Dayanılmaz Ağırlığı
Âfet türleri, fonksiyonları ve hikmetlerinden haberimiz var mı? - Ali Ferşadoğlu
Müslümanların başına öyle bir dava açılmış ki...
FATİH YENİ ASYA RİSALE-İ NUR DERSİ
ÖĞLE NAMAZINI KILMANIN HİKMETLERİ | SÜLEYMAN KÖSMENE
“Baskıcı ve Zorlayıcı Olmak” Fıtrata Aykırı!
“İstibdâd”ın Dayanılmaz Ağırlığı
Bilmediğimiz konuda bilgilendirilmekten rahatsızlık duymayız, aksine memnun oluruz. Ama bilginin dayatmacı bir usulle önümüze konmasından hoşnut olmayız.
Doğru olduğundan emin olduğumuz bir tavsiye ile karşılaştığımızda dikkate almaya çalışır, şayet tavsiye bir tür “dayatma” veya “zorlama” niteliği taşırsa bir biçimde tepki gösteririz.
Çeşitli konulara dair nesnel açıklamalara sıcak bakar, bu açıklamayı yapan veya yapanlar “dikta edici” veya “empoze edici” bir tutum sergilerlerse yüksünürüz veya reddederiz.
Bütün bunların işaret ettiği gerçeklik şu: Baskı ve zorlama yaratılış gerçeğine yani fıtrata aykırıdır! Peki, baskıcı ve zorlayıcı olmanın zıttı nedir? Serbest olmak, hür olmak, hür davranmak! İnsanların kendi anlayış ve tercihine havale etmek. Daha açık ifade ile, iradelere ipotek koymamak! Biliyoruz ki, irade insanı insan yapan en temel özelliktir. İradesi olmayan bir kimsenin insaniyetinden, sorumluluğundan söz edilemez.
İnsanın yaratılışça hür olması, irade sahibi olması aslında Yaratıcının İrade sahibi olduğunun göstergesidir. Başta insanlar olmak üzere varlıkların var oluş biçimi, var kılınış zamanı ve sahip oldukları özellikleri için “sayısız ihtimaller” söz konusu iken belirli bir biçim, belirli bir zaman, belirli bir özelliğin verilmesi Onun mutlak İradesini kanıtladığı gibi insanların irade sahibi olarak yaratılması da yine Onun İradesini ispat etmektedir. Kur’an’da ifadesini bulduğu üzere “O, dilediğini yapandır” (Bürûc 85/16).)
Yaratıcı, bütün varlıkların var edilişindeki hikmet ve sanatın işaret ettiği üzere “mutlak İrade” sahibi olduğu gibi O, aynı zamanda insanları Hakka kılavuzlarken de baskı ve zorlamadan uzak bir yol izlemekte, insanları İradeleriyle baş başa bırakmaktadır. Yani “ilahî sünnet” -tabir caizse- hürriyetçi bir uygulamayı içermektedir. Şüphe yok ki, O, zorlamalı bir tecelliyi tercih etse hiç kimse inkar edemez, hiç kimse isyana kalkamaz, hiç kimse hiçbir kötülüğe yaklaşamaz. Söz gelimi, üzerinde yaşadığımız yer küremizi zaman zaman beşik gibi sallasa herkesin yüreği ağzına gelir yahut bedenimizde şiddetli bir ağrı vücuda getirse her saniye “Allah” diye tazarruda bulunuruz. Nitekim kitabında da birçok ayette buna dikkat çekiyor. Mesela bir ayette “Eğer Rabbin dileseydi, yer yüzündekilerin hepsi toptan iman ederdi” (Yunus 10/99) buyuruyor. Başka bir ayette “Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı” (Enam 6/107), diğer bir ayette de “Allah dileseydi sizi topyekun hidayete erdirirdi” (Enam 6/149) diyor. Diğer taraftan başka bazı ayetlerde O, “Dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin” (Kehf 18/29) ve “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 2/256), “Biz insana doğru yolu gösterdik, ya şükreden olur veya nankör olur” (İnsan 76/3) gibi ayetler de Onun insana irade verdiğini ifade etmektedir. Başka bir ayette de Peygamber’e (asm) “Sen onlar üzerinde zorlayıcı ve baskıcı değilsin” (Gaşiye 88/22) diyerek Resul-i Ekrem’e de aynı emri tekrarlamaktadır.
Görüldüğü gibi Yaratıcının hem pratikteki tecellisi hem ayetlerindeki açıklamaları Onun insana irade verdiğini, her hangi bir zorlama ve baskının söz konusu olmadığını açıkça beyan etmektedir. Ama O diğer birçok ayette insanın iradesini kullanma biçimine göre karşılık bulacağını, iman eden ve salih emel işleyenlerin ebedi rahmete, bundan uzak duranların adaletin gereği olarak azaba duçar kalacaklarını da dile getirmektedir. Şunu da hatırlamak gerekir ki Resul-i Ekrem (asm) de bu ilahî hüküm çerçevesinde hayatı boyunca baskıcı, zorlayıcı, dayatmacı yahut iradelere müdahale edici bir tutum sergilememiştir. Bütün uygulamalarını “Sana düşen tebliğ etmektir” (Şura 42/48) mesajı çerçevesinde gerçekleştirmiştir.
O halde açıkça ifade etmek gerekir ki, dinde asıl olan hürriyettir, insanların irade ve tercihlerine havaledir; bunun bir bakıma karşıtı olan baskı, zorlama yahut dayatma değildir. Bu bağlamda, sözlükte “baskıcılık, zorbalık” anlamına gelen “istibdat” dinin ruhuna tamamen aykırıdır. Din hayatın her alanını kapsadığı için -temel İslamî bir hüküm olarak- irade ve hürriyetin kişisel tercihten aile hayatına, iş ortamından devlet idaresine kadar her alanda hakim olması gerektiğinde şüphe yoktur. Nitekim Bediüzzaman İslam’ın aleme geliş yahut gönderiliş hikmetinin istibdadı yani baskıcılığı yok etmek olduğunu söylemektedir: “Şeriat aleme gelmiş, tâ istibdâdı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” (Divan-ı Harb-i Örfî [Eski Said Dönemi Eserleri içinde] İstanbul 2017, s. 121).
Sonuç olarak hepimiz, hayatımızın her alanında hürriyetin “dayanılmaz hafifliği”ni yaşamaya çalışması, baskı ve zorbalığın “dayanılmaz ağırlığı”ndan uzak durmaya gayret etmesi gerekiyor. Ne mutlu hürriyeti hayatının her alanına ve her aşamasına hakim kılanlara, veyl olsun baskı ve zorbalığa dayananlara yahut yaslananlara!
İslam’da Irkçılık Yoktur!
Bediüzzaman’ın Türklere ve Kürtlere Çağrısı
Doğmayı, dünyaya gelmeyi, hayatı kuşanmayı biz seçmiyoruz.
Doğduğumuz kıtayı, bölgeyi, ülkeyi, şehri biz seçmiyoruz.
Anne-babamızı, sosyal çevreyi, etnik yahut ırkî kimliğimizi de biz belirlemiyoruz.
Listeyi uzatabiliriz: Cinsiyetimizi, simamızı, deri rengimizi, genetik özelliklerimizi vb. hususları da biz seçmiyoruz. Bizim dışımızda bir İrade ve Kudretin tensibi ve takdiri ile dünyaya geliyoruz, bir aileye mensup oluyoruz, bir kültüre doğuyoruz. Ailemizin, sosyal çevrenin ve içine doğduğumuz kültürün “zorunlu” mensubu oluyoruz. Literatürde “kader-i iztırârî” diye anılan bütün bu hususlar irademiz dışında gerçekleştiği için de bu alanlarda hiçbir sorumluluğa sahip olmuyoruz.
Etnik yapı mensubiyetini, diğer bir ifadeyle ırkî gerçekliği düşünürken ilk dikkate alınması gereken husus, kanaatimizce budur! İrademiz dışında, zorunluluğa dayalı bir mensubiyet fiilî ve sosyal bir gerçekliği ifade eder ama hiçbir zaman kendi aidiyetimizi yüceltme veya başka aidiyetleri küçük görme sebebi olamaz! Irkçılık böyle başlar; kendi kavmî yapımızı övmek, başka yapıları dışlamak, küçük görmek…
Herkesin kendine has bir aile gerçekliği olduğu gibi kendine has etnik veya kavmî bir gerçekliği de vardır. Çünkü ırk yani etnik farklılık yaratılışa ait bir gerçekliktir. Daha doğrusu Yaratıcının iradesi ve tercihi ile alakalıdır. İnsanın kendi ırkı dahil olmak üzere bütün ırklara saygılı olması sadece sosyolojik bir gerçeği görmesi değil aynı zamanda ilahî İradeye saygı göstermesi demektir. Ama kendi ırkını üstün görmekten başlayarak başka ırkları olumsuzlamaya, aşağılamaya, giderek düşmanlığa hatta çatışmalara girmeye kadar varan ırkçılık ise hem insanlık barışı için vahim sonuçlar doğuran bir ateş hem de İlahî İradeye karşı saygısızlıktır. Bu tür konular konuşulduğunda akla gelen “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, takvaca en üstün olanınızdır…” (Hucurât 49/13) ayeti, belirtmek gerekir ki, bu konuda hayatî önemde mesajlar vermektedir.
Söz konusu ayet farklı ırklara mensup olmanın Yaratıcının iradesi olduğunu, ırkçılık yapmamak gerektiğini, ırkî aidiyetlerin üstünlük sebebi olmadığını, üstünlüğün “takvadaki üstünlük” olduğunu, farklılıkları “muarefe” vesilesi yapmak gerektiğini açıkça ifade etmektedir. Yaratıcının insanlara “yol gösterici” konuşması olan Kur’an bütün insanları, bu bağlamda ırkçılıktan uzak durmaya çağırırken, gerçek mânâda Kur’an talebeleri olan alimler de aynı çağrıyı tekrarlamışlardır. Kur’an’ın, içinde yaşadığımız ahir zamanda mümtaz bir talebesi olan Bediüzzaman da birçok vesile ile Kur’an’ın bu çağrısını tekrarlamış, müminleri -sözle değil-, hakkını vermeye çalışarak iman kardeşliğine davet etmiş, hangi aidiyetten gelirse gelsin bütün müminlerin “iman kardeşi” olduğuna, dolayısıyla bunun bilincinde olmak gerektiğine vurgu yapmıştır.
Bediüzzaman gerek Kürt ileri gelenleriyle soru-cevap şeklinde yaptığı konuşmanın (1910 yılı) kitaplaştırıldığı Münazarât isimli eserinde gerek Şam’da, aralarında yüzden fazla alimin de bulunduğu Emeviye Camiinde irat ettiği hutbede (1911 yılı) gerekse Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde Müslümanların “milliyet”in İslam olduğunu, İslam’ın bütün ırk, aşiret ve kabileleri tek bir bütün haline getirdiğini, Müslümanları birbirine bağlayan sayısız “rabıtalar” bulunduğunu, bütün Müslüman toplulukların bu bağları dikkate alarak “İslam kardeşliği” temelinde ittifak etmeleri gerektiğini dile getirmektedir (mesela bk. Hutbe-i Şâmiye [Eski Said Dönemi Eserleri içinde], İstanbul 2017, YAN, s. 254-255). Mesela o, Kürtlere dönük bir ifadesinde “Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder” diyerek bunun farkında olma çağrısında bulunurken (Münazarat, [Eski Said Dönemi Eserleri içinde], s. 213), Türklere ve Araplara yönelik ifadesinde de “Arap ve Türk İslamiyet milliyetinin iki hakiki kardeşi ve o kal’a-yı kutsiyenin nöbetterları olduğunu” belirterek (Hutbe-i Şamiye, 254) evrensel çağrısını tekrarlamaktadır.
Sonuç olarak etnik farklılıklar konusunda gerek Kur’an’daki ilahî çağrıyı gerekse İslam alimlerinin bu çağrıyı tekrarlayan ifadelerini, gerekse ahir zaman müfessiri olarak Bediüzzaman’ın vurgulu biçimde dile getirdiği çağrıyı dikkate almak hem Allah’a kulluğumuzun gereği hem de sosyal barış ve huzurun anahtarıdır.
Bediüzzaman’ın İnsanın Yaratılışını “Hikmet” Ekseninde Temellendirmesi
Yaratılışta “yerli yerindelik” var. Bedenimizde, her organ olması gereken en uygun yerde. Çok hassas olan gözümüzün “göz çukuru”na yerleştirilmiş olması yerli yerinde. İç organlarımızın göğüs kafesiyle korunmaya alınmış olması yerli yerinde. Kuşun rahatça uçabilmesi için simetrik olarak iki kanat takılması yerli yerinde. Balığın suda kolayca yaşayabilmesi için süzgeçlerinin dizaynı yerli yerinde. Havada bulunan elementlerden mesela oksijen oranı olarak yerli yerinde. Dünyanın güneş ile mesafesinin 149 milyon kilometre olarak belirlenmiş olması yerli yerinde…
İlmi araştırmaların ortaya koyduğu, aklı hayrete düşürecek incelikteki yararlılıklar bir tarafa, basit ve yalın gözlemlerimizle baktığımızda her şeyin yerli yerinde olduğunu görüyoruz. Dağlar, denizler, nehirler, bitkiler, hayvanlar… kısaca her şeyin yapısı, birbiriyle ilişkisi tek kelime ile harika ve yerli yerinde. Bu bize aklî bir zorunluluk olarak Yaratıcının “hikmet” sahibi olduğunu gösteriyor. Küçük -büyük, canlı-cansız, fert-tür istisnasız her şeyde gözlenen “hikmet hakikati” elbette bize bu hikmeti görmek, bu hikmetin kaynağına inanmak ve bu hikmete uygun davranmak gibi görev ve sorumluluklarımıza kapı aralıyor. Bizim burada işaret etmek istediğimiz husus bu değil. Yaratılış hakikati yahut yaratılış türleri bağlamında “insan”ın özel bir kategorik varlık olarak yaratılışı ile hikmet arasındaki ilişkiye işaret etmek.
Bediüzzaman İşârâtü’l-i’câz’da bu konuyla ilgili olarak kısa fakat orijinal bir açıklama yapıyor. Ona göre “hayır ve şer” ekseninden bakıldığında dört varlık türü bulunuyor. Tamamen hayrı temsil eden “melekler”, tamamen şerri temsil eden “şeytanlar”, ne hayra ne şerre istidadı olmayan “hayvanlar”, son olarak da hem hayra hem şerre istidadı olan “insanlar” (Bk. İşârâtü’l-i’câz, İstanbul 2020, YAN, s. 246). Bu dörtlü gruplandırma dikkate alındığında insanın yaratılması tam bir hikmet olarak görünüyor. Çünkü sadece melekler olsa fakat bunların tam zıddı olan şeytanlar olmasa nasıl tek taraflılık söz konusu olursa, hayır ve şerre elverişliliği bulunmayan hayvan olup da hem hayra hem şerre elverişliliği bulunan insan olmazsa yine hikmetsizlik söz konusu olur, diye anlaşılıyor.
Daha açık ifade etmek gerekirse, sonuna gelemeyeceğimiz büyüklükteki şu alemin Rabbi olan Yaratıcı, alemin açıkça şahitlik ettiği üzere sonsuz bir kemâlin sahibi. Bu mutlak kemâl sahibi olan Yaratıcı isim, sıfat ve şuunâtını yani özelliklerini -birbiriyle mütenasip bir nitelikte- yansıtmalıdır diye anlaşılıyor. Melaike yaratılış özelliklerine uygun olarak (iradeleri yok çünkü) Onu hamd ile tesbih ederken, vaktiyle irade sahibi olmalarına rağmen şerre odaklanarak hayra istidadını kaybeden şeytanların da olması gerekiyor. Çünkü bunlar insanlara telkinde bulunarak onların kendilerini geliştirmelerine vesile olan bir işlev ortaya koyuyor. Diğer taraftan hayvanlar akıl ve iradeden mahrum olduklar için mutlak kemâli cismen ve tek yönlü olarak yansıtıyorlar. İnsan ise hem hayra hem şerre kabiliyeti olan bir varlık olarak iradesiyle hayrı tercih etmek suretiyle ayrı bir fonksiyon icra ediyor. Bediüzzaman’ın ifadesiyle şehevî, gadabî ve aklî kuvvelere sahip kılınan insan bu kuvveleri doğru şekilde kullanırsa meleklere üstünlük sağlıyor, yanlış kullanması halinde ise hayvanlardan daha aşağı dereceye iniyor.
Başka bir açıdan bakıldığında melekler ve şeytanlar “ruhânî” varlıklar, hayvanlar ve insanlar ise “kesif cismaniyeti” olan varlıklardır. İrade açısından bakıldığında melekler “iradesiz varlıklar”, şeytanlar da iradelerini şerde teksif ettikleri için bir bakıma hayra iradelerini yitirmiş varlılardır. Hayvanlar ve insanlara gelince bu iki tür varlık cismaniyet sahibi olmakta ortak ancak akıl ve irade sahibi olmakta tamamen farklıdır. Hayvanlar akıl ve iradeden mahrum iken insanlar hem akıl hem de irade ile donatılmışlardır.
Şuraya gelmek istiyoruz: Yaratılışa hikmet ekseninde bakıldığında “bütün”ün tamamlanması için insanın yaratılması “yerli yerinde” görünüyor. İnsan bu anlamda yaratılışın da en özel, en dikkat çekici, en donanımlı varlığı hükmündedir. Çünkü ne meleklerde ne hayvanlarda hiçbir “terakki”, hiçbir yükselme söz konusu değilken insan “seradan süreyyaya” yükselebilecek donanımdadır.
Sonuç itibariyle “hikmet”in iktizası olarak dünyaya gelen insan, yaratılıştan kendisine verilen akıl, irade ve kalp gibi özelliklerini fark etmeli, bunları doğru şekilde kullanmalı, böylece meleklerden daha üstün bir konuma gelmek için çaba içinde olmalıdır.
Bismillah Her Hayrın Başıdır!
Dr. Adem Ali Rüzgarlı
Yemek yemeğe besmele ile başlarız.
Su içmeye besmele ile başlarız.
İşimize besmele ile başlarız.
Neden? Çünkü besmele her hayrın başıdır.
Çünkü besmele ile başlanmayan iş bereketsizdir!
Ne diyoruz besmele çekince? Rahman ve rahîm olan Allah’ın ismiyle.
Daha doğrusu -orijinalindeki sırayı takiple-, “Allah, rahman, rahim olanın ismiyle”
Önce Onun ism-i hassı: Allah! Ne demek bu? Bütün varlığı uluhiyeti ile kuşatmış olan! Her şey Kendisine boyun eğmiş olan. Her şey Onun programına göre gerçekleşen. “Allah” lafzı Onun bütün isimlerini yani bütün özelliklerini içine alır. Câmi bir isimdir lafza-ı celâl. Allah dediğimizde aynı zamanda, hâlık (yaratan), aynı zamanda şekil veren (musavvir), aynı zamanda yerli yerinde yapan (hakîm)… demiş oluyoruz. Bu açıdan bakınca bütün alem, bütün evren Onun uluhiyetini ilan ediyor diye anlıyoruz.
Sonra “rahman”. Rahman ne demek? Sonsuz rahmet sahibi olan, mahlukatın ihtiyaçlarını karşılayan, canlıların her çeşit rızkını ihsan etsin. Etrafımıza, dünyaya bakınca her varlığın ihtiyacının karşılandığını görmüyor muyuz? Küçücük hayvancıklardan fillere kadar canlıların en güzel şekilde beslendiklerini görmüyor muyuz? Yaratıcıyı inkar eden insanların bile başta oksijen ihtiyaçları olmak üzere bedenî ve ruhî ihtiyaçlarının temin edildiğini görmüyoruz? Kısacası gözlemlerimize dikkat ettiğimizde bütün bir dünyanın “rahmân” diye haykırdığını duyuyoruz adeta!
Sonra da “rahim”. Rahim ne demek? Merhametli olan, acıyan, annelerde daha baskın olmak üzere canlılardaki bütün merhamet duygularının kaynağı olan! Kendi varlığımıza baktığımızda, söz gelimi, bizi anne karnında rahmet tecellileriyle kuşatan O, dünyaya gelir gelmez tertemiz sütü annemizin eliyle ihsan eden O, annemizi etrafımızda pervane gibi koşturup bize hizmetkar eden O diye anlıyoruz. Hayatımız boyunca fizikî ve ruhî ihtiyaçlarımızı karşılayıp bizi merhametiyle daima sarıp sarmalayan O diye anlıyor, bütün varlığımızla Onun rahmetini yansıtan bir ayna olduğumuz fark ediyoruz.
Kısacası bütün varlık alemi, üzerinde yaşadığımız küçük küremiz, kendi bedenimiz ve ruhumuz Allah diyor, rahman diyor, rahîm diyor. Diğer bir ifadeyle bismillah diyor, besmele çekiyor. Bediüzzaman’ın ifade etiği üzere “Bismillah bütün mevcudatın lisan-ı haliyle vird-i zebânıdır.” Çünkü her şey Ona dayanıyor. Her şey Onun adıyla hareket ediyor. Her şey Onun ismini yani özelliğini veya özelliklerini yansıtıyor. Bunu gören, bunu anlayan bir kimse bismillah demez mi? Bütün varlıkların hal diliyle okuduğu besmeleyi o da aklı, kalbi ve dili ile yansıtmaz mı?
Bismillah yani “Allah, rahman, rahim olanın adıyla”. İlk bakışta cümle tamamlanmıyor gibi görünüyür. Doğru. Çünkü biz bir faaliyetimize bu ibare ile başladığımızda anlam onunla ilgili olarak tamamlanıyor. Söz gelimi sofraya oturduğumuzda bismillah dediğimizde, “Yemek yemeğe rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum” demiş oluyoruz. Bir işe besmele ile başladığımızda “Bu işi Onun uluhiyet, rahmaniyet ve rahimiyeti ile sonuçlandırmak istiyorum” demiş oluyoruz.
Başa dönelim: “Bismillah her hayrın başıdır!” Çünkü her hayır Onun elindedir. Her şey Onun “havli” ve “kuvveti” ile gerçekleşir. Her şey Onun ilim, irade ve kudret gibi isimleriyle yani esmasının tecellisi ile gerçekleşir. Bismillah demek bunun farkında olmak demektir. Bismillah bu yönüyle imandır, ibadettir, tefekkürdür. Resul-i Ekrem (asm)’ın ifade buyurduğu üzere “besmelesiz işin ebter olması” (Beyhakî, Şuabü’l-iman, hadis no: 4475) yani kısır, verimsiz, sonuçsuz olması bu imanî tefekkürün kaybedilmesi sebebiyledir. Bu yüzden, mesela yemeğe oturduğumuzda (veya kıyasen her hangi bir işimizde) besmeleyi unutursak, hatırlar hatırlamaz “Başında ve sonunda Allah’ın ismiyle” (Ebu Davud, “Et’ime”, hadis no: 3767) dememiz gerekiyor.
Ne mutlu bismillahı diline “vird” edinenlere!
Ne mutlu besmele ile oturup besmele ile kalkanlara!
Ne mutlu bismillahı hayatına hayat edenlere!
Hür Olmak, Hür Kalmak:
Ya da Başkalarına Hürriyet Tanıdığımız Kadar Hürüz!
Dr. Adem Ali Rüzgarlı
Hür olmak ya da hürriyet kimsenin yabancı olmadığı bir kelime. Akademik anlamda tanımını yapamasa bile herkes bunun bir tür “serbest olma” veya “serbestlik” olduğunu bilir. Bir yerde serbestlik varsa orada hürriyet vardır. Serbestlik yoksa hürriyet yoktur. Ne vardır? Baskı vardır, zorlama vardır, tutsaklık vardır. Zaten hürriyetin zıttı da bu: Esirlik yahut tutsaklık! Baskının son safhası! Ama hürriyet ile esirlik arasında ara kategoriler de var. Tam bir esaret yahut baskı söz konusu değildir ama tam bir hürriyet de söz konusu değilse “çok”, “az”, “sınırlı”, “daha az”, “daha sınırlı” gibi nisbilik ifade eden tabirler kullanırız.
Hürriyet metafizikten felsefeye, teolojiden siyasete kadar çok geniş bir alanı içine alır. Amacımız burada kavram analiz yapmak değil. Hürriyetin insanlar arası ilişkilerdeki bir boyutuna işaret etmek. Kendimizi yokladığımızda görüyoruz ki hürüz, hür yaratılmışız. Daha doğrusu hür olduğumuz bir alan var. Bazı şeyleri istersek yapıyoruz, istemezsek yapmıyoruz. İrade sahibiyiz. Zaten hürriyet tanımlarında “akıl” ve “irade” iki temel bileşen. İrademiz varsa, irademizi kullanıyorsak hürüz. İnsanlar arası ilişkilerde de istediğimizle görüşür, istediğimizle görüşmeyebiliriz. Görüştüğümüz insanlara istediğimizi söyleyebiliriz, istediğimizi söylemeyebiliriz . Elbette bununla ölçüsüzlükten veya nezaketsizlikten bahsetmiyoruz. İnsanlar arası ilişkilerde hürüz ama hürriyetimizin arkasında temel inanç ve ahlak değerlerimiz var, bunlarla çelişen bir turum sergileyemeyiz. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus kimseye baskı uygulamadan ve kimseyi zorlamadan ilişkilerimizde samimi, sıcak ve hür bir tutum takınmanın gerekliliği.
Hürriyetten söz etmek kolay. Kimse baskı, zorlama veya esareti savunamaz. Bu, insanın yaratılış kodlarına aykırı. Ama hürriyeti hazmetmek, hürriyeti hayatımızın olmazsa olmaz bir parçası haline getirmek o kadar kolay değil. İnsanın bir tarafında hürriyet var ama bir tarafında da baskıcı bir özellik var. İdeal olan şu ki, insan iman ile hürriyet arasındaki ilişkiyi dikkate alarak bu hakikati içselleştirmeyi başarsın! Gerçekten hür olabilsin, hürriyetin güzelliğini yansıtabilsin! En yakınından başlayarak kimseye karşı baskıcı, yukarıdan, zorlayıcı, kısıtlayıcı bir tutum takınmasın!
Evet, yaratılışın bir özelliği olduğu için hür olmak kolay. Ya hür kalmak? İşte bu bağlamda en çok üzerinde düşünülmesi gereken soru bu! Çünkü çoğu kere hür davranamıyoruz. Farkında olarak veya olmayarak insanlara karşı baskıcı, kısıtlayıcı bir tutum takınabiliyoruz. Çıkarımızla uyuşmadığında veya düşüncemizle örtüşmediğinde muhatabımızla ilişkilerimizde hürriyeti unutabiliyoruz. Kendi anlayışımızı merkeze alarak katı, despotik bir davranış benimseyebiliyoruz. Kısacası hürriyet elmasını çukura düşürüyoruz ama farkına bile varamayabiliyoruz.
Ne kadar hürüz? Nereye kadar hürüz? Hürriyetimizin sınırları nelerdir? Belli. Başkalarının hukukuna zarar vermeyecek şekilde bir hürriyetimiz var. Ama Bediüzzaman bunu genişleterek “ne kendine, ne başkasına zarar vermemek” prensibiyle ifade ediyor. Eğer kendimize zarar veriyorsak, -çünkü “kendimiz” dediğimiz varlığımız da Yaratanın emanetidir-, bu da bir hürriyet ihlalidir. Bu açıdan bakınca kendisini hür sanan birçok insanın hür olmayıp nefsinin veya hevasının esiri olduğunu fark ediyoruz. “Ne kadar hür olduğumuz”la alakalı olarak konunun bir başka boyutuna daha işaret etmek gerekiyor. Şu: İnsanlar arası ilişkilerde başkalarına ne kadar hürriyet tanıyorsak o kadar hürüz! Çünkü hürriyetten dem vuran veya dem vurmasa bile hürriyeti yeterince hazmetmediği için başkalarına çeşitli şekillerde kısıtlama getiren kimseler var. Hatta aynı gaye etrafında çalışan kardeşlerinin tekerine takoz koyan kimseler var. Bunların gerçek manada hürriyeti içlerinde sindirdiklerini düşünebilir miyiz?
Sonuç olarak bir mümin hür olmalı, hürriyeti bulmalı ama aynı zamanda hür kalabilmelidir. Bunun da yolu ve göstergesi başkalarının hür olma, hür davranma hakkına saygı göstermektir!